14 Aralık 2011 Çarşamba

ETKİLENDİĞİM BİR FİLM


Filmi izlemeyi  bitirdiğimde kahramanımız Bruno’nun deyimiyle ‘gözlerim faltaşı gibi açılmış, ağzım O şeklini almıştı.
‘Çizgili Pijamalı Çocuk’ hepimizin romanlardan, filmlerden, tarih kitaplarından tanıdığımız ,yüreğimizin ve beynimizin utanç hanesinde yer alan Auschwitz Toplama kampında geçiyor.Kahramanlarımız Bruno ve Shumel dünyanın farklı ülkelerinde, ama aynı yıl,aynı gün doğmuşlar.İkisi de dokuz yaşındalar.İkisi de bütün yaşıtları gibi sevgi dolular, meraklılar,oyun oynamayı çok seviyorlar ve içinde büyümekte oldukları yetişkin dünyasını tanımaya,anlamlandırmaya , uyum sağlamaya çalışıyorlar.İkisi de onları birbirlerinden ayıran kilometrelerce uzunluktaki tel örgülere rağmen dost olmaya çabalıyorlar.
Bruno tel örgününün asker tarafındaki Alman kumandanın oğlu, Shumel ise tel örgünün diğer tarafındaki ,kumandanın deyimiyle ‘insan olmayan’ Yahudilerden birisinin oğlu.Bruno’nun tarafında gösterişli giysileriyle ,madalyalarıyla,silahlarıyla çeşitli rütbelerde askerler,güzel ve şık kadınlar,çiçekler, oyuncaklar, her çeşit yiyecek ve bol bol hizmetçi var.
Shumel’in tarafında ise hepsi gri çizgili pijama ve bir takke giyen, askerlerin buyruklarına itaat eden,kir pas içinde dolaşarak durmadan çalışan, anlamsız gözlerle hep yere bakan,bir lokma kuru ekmeğe muhtaç,birbirleriyle bile konuşamayan yüzlerce insan ve onlara emirler yağdıran, onları sık sık döven yaralayan silahlı askerler var.
Bruno ve Shumel ‘in gizli arkadaşlıkları güçlenirken, kendi yakın çevrelerindeki yetişkinlerden öğrendiklerine göre kişilikleri de oluşmakta..Onlar bu kampta bir yandan korkuyu,hayatta kalabilmek için yetişkinlerin buyruklarına itaat etmenin önemini, arkadaşın ve oyunun değerini, paylaşımın hazzını,öğrenirlerken; bir yandan da büyükleri taklit ederek iktidar kurmayı, kurulu iktidarlara boyun eğmeyi,yalan söylemeyi,insana en çok insandan zarar gelebileceğini öğreniyorlar.Süreç içinde İkisi de (nedenlerini anlayamasalar da) yetişkinlerin paranın ve silahın gücüne çok değer verdiklerini,gücün karşısında çaresiz olabileceklerini,kendilerini bir takım simgelerle anlatarak gruplara ayrıldıklarını ve kendi gruplarından olmayanları sevmediklerini,bütün yaşlıların aynı düşünmediğini fark ediyorlar.Kendilerini şaşkın ,çaresiz ve yalnız hissederek birbirleriyle masum bir dayanışma içine giriyorlar.Sık sık çocukların da haklı olabileceğini hissetseler bile tel örgünün iki tarafında da dertlerini anlatamıyorlar ve büyüklerinin kararlarına uymak zorunda kalıyorlar.Çünkü sadece dokuz yaşındalar.
John Boyne eserinde çocuksu masumiyetin tertemiz güzelliğini, dünyayı keşfetme heyecanının ,tadını öyle güzel anlatıyor ki, yüreğime dolan acıya rağmen çoğu zaman kitabı gülümseyerek okuyorum.
Irk ayrımcılığının çocukların masum dünyalarını nasıl kirlettiğini,herkesin ‘hayat bilgisinin’ kendi hayatında yaşadıkları kadar olabileceğini,sevginin ,barışın ,paylaşımın ve dayanışmanın yerine faşist, ayrımcı ve savaşçı bir kültürün gelişmesinde çocukluk çağının önemini bir kez daha fark ediyorum..
Dokuz yaşından,doksan yaşına kadar herkesin hemen okumasını dilediğim kitap;hiç beklenmedik bir olayla ve ‘Elbette tüm bunlar çok uzun zaman önce oldu ve böyle bir şey bir daha asla olmaz.
Bu zamanda ve bu çağda tabi ki….’

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder